muasır medeniyet çeşitlilikleriyle güzel. bunu söylememin nedeni, elbette bu blogu hazırlarken kendime koyduğum hedef… öncelikle kendim okumaktan keyif aldığım içerikleri paylaşmak istiyorum.
ayrıca farklı şehirler, farklı kimlikler, yaşanmış/unutulmuş hikayeler, görsel arşiv niteliğinde fotoğraflar ve sadece bir ‘moda blogu’na indirgememek gereken okumaların bir arada olması gerektiğine inanıyorum.
bir süredir 68 kuşağını anmak fena olmaz diye düşünüyordum ki selen’in annesi filiz teyze tam aradığım ‘devrimci anne’ oldu.
yine sahibinin sesine çok karışmadan yazmaya çalıştım. oku bakalım.
yıl 1954. selen annesinin 10’lu yaşlara kadar annesiyle yengesinin karar verdiği ve diktiği şekilde giyindiğini söylemiş. “çocukların sadece bayramlarda giydirildiği zamanlar…” demiş ve eklemiş:
bayram kış aylarına denk geliyorsa, genellikle kadife elbiseler dikilirmiş. kırmızı, lacivert kadifelerde dantel yakalar, robalar… bu şık kadife üstüne bir de atalar’dan alınan kırmızı mantosu annemin unutamadıklarından. bir bayram kırmızı ise diğerinde siyah olan rugan papuçlar yatak altında bayramı beklermiş. bayramdan önceki gece sabaha kadar uyanıp mutlulukla bu ruganlara kaçamak bakışlar atarmış.
filiz teyzenin bebekken de ayakkabıları pek şıkmış. selen anneannesinin genelde mahmutpaşa’daki sevim bebe’den alışveriş yaptığını yazmış.
filiz teyze yeşilköy ilkokulu’nda okumuş. bu yıllara dair hatırladığı, sınıfında türk öğrencilerin yanı sıra ermeni ve rum çocukların da çok olduğu. en sevdiği arkadaşları ya ermeni ya rum… zaman içinde bu insanların ülkelerini terk etmek zorunda bırakılışlarına ise halen hüzün duyuyor.
13’ünden sonra sadece bayram giysileriyle yetinmek mümkün değil. anneannem bu kez sınırlı maaşla (baba da yok artık) kızlarının giyinme zevklerini tatmin etmenin yollarını arıyor. annemin üç yaş küçük bir de kızkardeşi var. henüz büyük mağazalar her köşe başında açılmamış. kredi kartına taksit imkanı ise hiç yok. ama bu taksitsiz peşin alışveriş yapılamayacak manasına gelmiyor. karaköy’de, muhtemelen bankalar caddesi’nde bir tanıdık vasıtasıyla keşfedilen ömer okur deftere yazarak aydan aya taksitle satış yapıyor. artık bundan sonra ömer bey’in zevkiyle yetinmek gerekiyor, ama arada bir hovardalık yapılıp beyoğlu’ndaki dede mağazasından da etek, gömlek vs alınıyor. ayakkabıda taviz hiç yok. mutlaka kaliteli ve şık tercih ediliyor. marka olarak bir tek şeref kundura kalmış aklında.
derken üniversite başlıyor ve ezber bozuluyor. okul istanbul iktisadi ve ticari ilimler akademisi.
o çıtıpıtı başlayan üniversitenin ilk zamanları, hemen hemen hergün kadife pantalonların, kabanların ve postalların giyildiği günlere yerini bırakıyor.
selen şöyle bir hikayeyle devam ediyor:
malum yıllardan 1968. rüzgar soldan esiyor. bir devrimci nasıl giyinır artık belli. bu arada hem okulda hem de öğrenci eylemlerinde beraber olduğu arkadaşı ile gönül ilişkisi başlıyor. ama zaman gönül ilişkisini yeşertecek tomurcuklandıracak zaman değil… bu arada anneannem ikna ediliyor. zaten ikna olmaya da hazır. evin büyük kızı ne zamandır bir çocuğa aşık olmuş. yapacak fazla bir şey yok. olaya resmiyet kazandırılıyor.
anneannem ve annemin birkaç arkadaşı da 1 mayıs günü bir araya getiriliyor ve nişanlanıyorlar. bir hafta sonra sınav sonuçları için nişanlısıyla beraber okula gidiyor. okul çıkışında arkalarında pat pat ayak seslerini duyuyorlar. dönüp bakıyorlar bir cemse duruyor.
burada bir parantez açıyorum. bahsi geçen gmc (general motors corporation) otobüsler, o dönemdeki yaygın kullanılışıyla cemse’ler marshall yardımı’nın alameti farikalarından. ikinci dünya savaşı’nda miadını doldurduğu için bu araçlar türkiye’ye verilmiş. o günden sonra da askeri otobüslere kısaca cemse denmiş.
elbette filiz teyze’nin arşivinden değil, ama hikayeyi canlandırması adına 68 yılına ait şöyle bir foto buldum gittigidiyor’dan.
selen’in yazdıklarıyla devam edelim:
4-5 asker silahlarını çekmiş arkalarından koşuyor. sevgilisini yakalayıp karga tulumba cemseye tıkıyorlar. anneme de “hadi atla” diyorlar ama askerin biri açığa çıkıyor, cemseye sığmıyor. yer sıkıntısından annemi sokakta bırakıp gidiyorlar. cemsenin arkasından boğazındaki yumruyla bakışını bugün bile unutamıyor.
günler sonra ev baskınıyla alınıyor. yataklık falan gibi suçlamalarla sevgilisinin gözaltında tutulduğu sansaryan han’a götürülüyor. sirkeci’deki sansaryan han’ın (1.şube) belki de en hareketli günlerinden biri. kaçırılan israil konsolosu efraim elrom‘un öldürüldüğü gece. sansaryan han’da iğne atsan yere düşmez, tıklım tıklım…
bu arada sansaryan han hakkında ekşi sözlük’e kulak vermek istersen tıkla.
annemin gözaltı macerası birkaç gün sürüyor ama sevgilisi istanbul’dan ankara’ya sevk ediliyor. ankara’da dört yıl tutuklu yargılanıyor. artık ankara onun için komşu kapısı oluyor.
ama sonrasında güzel günler geliyor ve evlilik bir de selen’le taçlanıyor 🙂
bu arada dikkatimi çekti. minik selen de annesinin küçüklüğüne benzemiyor mu sence de?
dinledikleri dönem dönem farklılık gösterse de filiz teyzenin hayatında müzik hep olmuş. beatles, elvis, cliff richard, nat king cole, leonard cohen, cat stevens, harry belafonte, bir dönem johnny hallyday ve sylvie vartan hayranı olmuş.
biraz da renk katalım. 1983 yılında floransa’da filiz teyze. tarzı yine net.
ve yakın dönemden bir kare. hayat coşkusu aşikar.
bugün müzik dinlemek istediğinde ruhi su, joan baez, pete seegar aklına ilk gelenler. kitap okumak ise her zaman ihtiyaç gibi hissedilmiş. ortaokulda yoğun bir şekilde başlayan dünya ve türkiye klasiklerini okuma merakı zamanla sosyal ve siyasal kitaplara ilgiye dönmüş. bugün ağırlıklı olarak roman okuyor. okuma atölyelerinde okuduğu romanların etraflıca tartışılmasına katılmak da en büyük zevklerinden.
bugün içerik en değerli hazine. etrafımızda ise hikayeler çok. onları bulmak, okumak boynumuzun borcu.